20 Ağustos 2018 Pazartesi

Vicdanından korkma




Dün vicdan saçlarımı taradı böyle ağır ağır. Hatta o kadar ağır taradı ki tek bir saç telim kopsa düşse avuçlarından altında ezilecek sanırsınız. Kadim dostum, dostumuz… Onunla hayatımızın bir döneminde mutlaka tanıştık. Annemizinki vardı markette sırf canımız çekti diye çikolataları alırken, babamızınki vardı bunu bazı çocuklar hiç öğrenemedi. Daha dört yaşında karton kutuda beslediğimiz civcivi nasıl severdik, belki de bir su kaplumbağası… Kreşin bahçesindeki iğde ağacı rüzgardan devrildiğinde nasılda gözyaşlarıyla sulamıştık yaralı bedenini…

 İlk okulda elinden tutup gözyaşların dinene kadar Andımız sırasında seninle bekledi, apartmanın önündeki kedi suyunu birlikte tazelediniz, Yaşlı anneannene tarhana çorbası götürmüştünüz soğuktan titreyerek hatırlıyorsun yavaş yavaş değil mi? Otobüste yorgunluktan dizleri titreyen genç delikanlıya da siz yer vermiştiniz, hatta şu metroda öksürük krizine giren kız onun da vicdan koluna girmişti.
Dün ki karşılaşmamızda karamsardı, hatta öfkeleniyordu tek bir söz
Yok ediliyorum, duyulmuyorum, görmezden geliyorum.

 Karanlık dar bir sokakta duydukları çığlıklara kulak tıkayanlar, henüz dokuz yaşında sınıf arkadaşının yanından kaldırılıp gelinliğe hapsedilen kızı susturanlar, ellerinden emek gözlerinden hasret yaşları eksilmeyen nineyi döven evlat adını hak etmeyenler, karşı komşu kocasından ölesiye dayak yerken yalnızca kapı deliğinden bakanlar, savunmasız hayvanları arabanın ardında sürükleyip kuyruğunu bacağını kesenler ve daha nicesi siz yok ettiniz vicdanı. Kimi yetişkinlerin hor gördüğü ufak tefek çocuklar onlar vicdanı ile el ele yürüyerek yüceliyor. Ardından saatlerce söylenilen hani şu ar edep hiç öğrenemeyen gençler vicdan çoğuna cep telefonundan daha yakın(!).

Başı hiç okşanmamışlardan sevgi, merhamet bekliyoruz. Bir güler yüze hasret büyüyenden tebessüm dileniyoruz. Tekme tokat arasında belini doğrultamayandan elimizi tutmasını istiyoruz. Zor değil yalnızca korkmayın,  bazen ağlayın onlar yerine üzülüp bir dakikada olsa düşünün. Siz korktukça biz yetişkin olmaktan, büyümekten korkar oldu. Televizyonun sesi komşunun çığlıklarını bastırıyor anladım, peki ya vicdanının sesi onu nasıl kıstınız? 
Vicdan kırılmaz ne camdan ne taştandır o yalnızca duygundan peki ya yetişkin ve vicdandan ırak kalpler, bunca kara buluttan sonra kim toplayacak parçalarınızı?

31 Temmuz 2018 Salı

Kısaca Ümit Yaşar Oğuzcan


  
  İnsan yemeğin ilk hangi halini yerse onu benimser, bir şarkıyı önce kimden dinlediyse o tınıyı beğenir ya ben de şiiri ilk Ümit Yaşar Oğuzcan ile tattım ve ilk büyüye onunla kapıldım. “Benim hayatım roman değildir, baştan başa şiirdir benim hayatım.” diyen bir isimden öğrendiğimi bilmek tüm olumsuz ruhani sarsıntılara rağmen iyi ki Ümit Yaşar ile başladım, onun ile sevip onun ile küsüyorum ve iyi ki en çok onun dizelerine ağlıyorum dedirtti. Hayat denen bu koşuşturmacanın güftesi Ümit Yaşar Oğuzcan’dan daha bir güzel geldi yüreğime.

  1926 yılında Tarsus’ta başlayan hayatını bir sayarak adım atmış dünyaya.
Çocukluk yıllarından beri hayat gücünü Ümit Yaşar üzerinde denemiş adeta. Ardı ardına olduğu ameliyatlar hani o herkesin çıkardığı kızamığın en ateşlisini çıkarmasında bile bir ima aramış. Ümit Yaşar’ın şiirlerinin ve nesirlerinin yüreğime dokunabilmesinin en büyük sebebi bu hayata benim de adeta koşarak başlamak zorunda olmamdır. Kalbimde daima eksik olan baba sevgisi ve sıcaklığı; oğlu Vedat’a yazdığı dizeler ile dağlanır ve oğlu ile arasında anımsadığı o dostluk beni daima kıskandırır.
‘Bir dostluk anımsıyorum aramızdaki gün gün değişen
Ama her gün biraz daha pişen acılarla büyüyen gelişen.’
derken Ümit Yaşar anımsamayışıma iç çekiyorum ve beni kimsenin anımsamayacak oluşu kalbime bir çentik daha atıyor sanki. Vedat’a kızıyorum çoğu zaman babasının intihara meyilli kalbini onarmaktan kaçıp da ders verir gibi terk edişine kızıyorum. Oğluna, sevdiği kadınlara hatta tüm güzel kalplere şiir, yalnız insanlara sahiplerini bulsunlar diye mektuplar yazan buruk bir yüreği öylece bırakışına ve suçu ona atışına kızıyorum.

  Eğer avuçları şiir dolu bir babam olsaydı onu acılar denizinde boğmak yerine her dizesin bir gözyaşı her satırına bir tebessüm bırakıp onu iyileştirmeyi tercih ederdim.


24 Temmuz 2018 Salı

Tüm ailelerime...


   İzlediğim bir filmden duyduğum kadarı ile aile sadece 'a' harfi ile başlayan bir kelime değildir. (Hatta bunu bir filmden duymama bile gerek yoktur.) Aile her insandan kazandıklarınla, bazen kalbinin ufalanan parçalarıyla, hıçkırıklara boğulduğun kahkahalarına tufan olduğun insanlarla kurduğun en güçlü temeldir.
Yapılan onca yanlış seçim, gözyaşlarınla ıslattığın peçeteler, anlattıkça hızını alamadığın her olay sana yepyeni aileler kurar.
     İlk aileni beş yaşında gittiğin kreşte kurduğunu zannedersin unutulur tüm arkadaşlar. On yaşında tekrar denersin bu kez paylaştıklarından haberdarsındır. Sırf paylaşmayı sevmediğin için bir aile daha yıkarsın.

Bu yazının sonunu türlü şekillerde getirdim. Birinde tüm hata bendeydi, diğerinde çevre beni böyle yapmıştı, bir başkasında beni seçen olmamıştı.
Şimdilerde baktım ki aileden bol hiçbir şey yok yaşantımda hala paylaşmaktan keyif almamaktayım. Kurduğun aileye en sağlam temelleri atıp kendin paylaşmıssındır başta.
                                                             Yeni aileme MERHABA!

3 Temmuz 2018 Salı

Sen de yap.



İşaret parmağınla mutluluğu işaret ederek, baş parmağınla kavuşmaları başlatarak bir kare yap her iki elini de kullan ki başlangıçlar da işaretlerin de destek bulsun kendine. Bir gözünü kapat ve yüreğini temsil eden kareni gözüne yaklaştır. Görmek istediklerin sevgi, fedakarlık, yalansız bakışlar, sıralanmış tebessümler, uzanan yardım elleri ve bırakıp gidemeyenlerdir eminim.  Onlara karenin en büyük haliyle bak, bak ki hapsolamasın aydınlığın ve bak ki sen hapsol ağzı kulaklarına varanların kalbine.

 Tek bir siyahlık çirkin kahkahasını duyurarak göz kırparsa şayet telaşsız ve kararlı ellerini uzaklaştır gözünden sıkışıyor siyahlık. Parmakların yani yüreğin belirginleşiyor uzaklaştıkça, güzelliklerine aşına olduğun sen ve seni bekleyen sevgi. Tedirgin siyah, buğulanıyor git gide, pişman. Belirdiğine, kareye girmeye can atışına pişman ve utanç… Şimdi bulunduğu yer aydınlık sevginin en ücra köşesi, feryatlar mutluluklara çarparak dağılıyor burada. O eski kırık yürekler onarılmıyor da küllerinden doğmanın şerefine  nail oluyor ve korku küçüldükçe acıtıyor fakat yok olacağına adı gibi emin.
Boz… yaptığın kareyi boz. Hayatını ellerinle taklit edebilirken ve o en kıvrak kelimelerine layıkken düz  kağıtların buruşuşunu, berrak suların bulanık yüzlerini, gülen bir bebeğin çığlıklarını ağırlama hislerinle.

El ele anılara bata çıka bazen göz yaşlarında yüzerek bazense gözlerinin en derininde kayboldum sanarken yılların ötesinde maviliğine şahit olduğun yeni denizlere misafirsin. Ve yüreğinde tek bir atış.

Kredisi 0 olan ders meğer 4 krediymiş!


Yıldız Teknikle tanışmadan önceki hayal ve beklentilerimde üniversitenin yazılarım için fotoğraflarım için  yol gösterici çakıl taşı olmasıydı. Bir Türkçe dersi MBG okuyan öğrenci için ne kadar caziptir bilirsiniz o cazip derslerden birinde bıkkınlıkla otururken ödev verildi. İsyan, kıyamet zaten sıfır kredi ne ödevi sesleri yükselir ve herkes sigara molasına çıkar.

Konumuz 'Edebiyatın spor ve sanat ile bağlantısını anlatan bir yazı yazmak'…
Konuyu ilk duyduğumda yazı yazmak konusunda hiç zorlanmasam da yazılamaz geldi, tonlarca harika başlık olabilecekken bu da neyin nesiydi?
 Yazıyı yazdıktan sonra anlaşılıyormuş meğer sıfır mı hayat için dört kredi midir bu ders bu ödev konusu...

İnsan bedeni dışında duyguları ile hayatta kalan bir varlıktır. Temel ihtiyaçlarını karşılayan bedenler yüreklerindeki eksikliğin verdiği sızıyı hissetmeye başlar. Bu eksikliği edebiyat ile kapatmayı bilen bedenlerse kalpleri ile davranmayı öğrenmişler demektir.
Spor insan bedenini formda tutmaya yarayan önemli bir faktördür. Günlerce hatta aylarca spor yapmayan vücutlar hamlamıştır ve spor yapılan sürece alışmaları zaman alır. Beş şınav çekmenin ızdırap dolu sancıları sanki bahsederken bile karın kaslarımızda duyulmaya başlamıştır. Edebiyatta bir insan için tıpkı böyledir. Bir başlasanız alışkanlık olur ancak başlamak için o iradeyi kendinizde beş mum da yaksanız bulamazsınız. Yıllardır incecik bir kitap dahi okumamış gözler zihinler adete örümceklenmiştir. Önlerine koyulan iki yüz sayfalık bir kitap bile acı verici gelir. Şiirden söz edemiyorum çünkü şiir kalp ile hissedilen alışması kimine göre imkansız kimine göre vazgeçilmez olan gönlün ışığıdır.
Spor alışkanlığının zamanı vardır bedensel kondisyondan düştüğünüz anda o mumlarla aradığınız irade başucunuzda nöbet de tutsa neye yarar. Oysa edebiyat siz güneşinizi ona ne zaman çevirirseniz o zaman açan bir çiçektir. Okumayı bilmeyen dinleyerek, yazmaya gücü olmayan okuyarak açtırır çiçeğini.
Sağlıklı vücudumuzun, nefes alıp verişimizin, gözlerimizi yumup tekrar açtığımızda ışığı görebilişimizin, okuduğumuz her dize her cümle ile daha güzel insanlar oluşumuzun kıymetini çok geç anlıyoruz. Hepimizin hayattan ders almasındaki zorluğu şu söz ile özetlemek istiyorum
 
“Hayatın en büyük trajedisi çok çabuk yaşlanmamız, ama çok geç akıllanmamızdır.” B.FRANKLİN

SEVGİ BİRDEN ÇIKAR GELİR



Aylar önce…

Beklerdim, belki bir ışık yakar sevgi belki elma dersem çıkar ve armut dersem yanı başımda otururdu. Saydım tüm meyveleri göz ucuyla bile bakmadı. Her çağrışımda burun büktü. Günler geçerken bahanelerimin tükendiğini anlayamadım, sevginin beni bir anne bir baba edasıyla gizliden gizliye kolaçan ettiğini en büyük korkuda elimden tutacağını hissedemedim.

Bir gün geldi girdi kalbime. Gene habersiz ve umutsuzdum. Onu nerede arayacağımı bile bilmezken gelişine de şahit olamadım. Kaybedeceğimi en çok hissettiğim anda omzumda bir el hissettim kulağımda bir nefes ve fısıldadı ‘seviyorsun’ ,cesaret bileklerimden sıkıca tuttu kaçmaya yeltenemedim bile. Sevginin yüreğimden akıp gittiği o an gideceği yeri çok iyi bildiğine ikna olamadım. Uzun çok uzun bir süre…

Ve şimdi…
Sevgiyi elimle tutuyorum, sevgiye saat kaçta kavuşurum biliyorum, sevgiye sarılıyorum kimi zaman en güzeli de daha tanışamadık diye sızlandığım o hissin kokusunu hissediyorum her an.

Yazımı yayınlamaya beş kala okuduğum bir kitap cümlesi kafamda bağlantılar kurdu ‘Ben dindar bir adam değilim, U Ba, demişti bana. İnandığım tek bir güç varsa, o da sevgidir.’ -Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler


19 Haziran 2018 Salı

Memleketimde gizemli bir müze?


Türkiye'nin en güzel şehri bir Çankırılı bile olsan genelde Çankırı değildir. Bir şehrin albenisini arttıran bazen barlar sokağı kimi zamanda bin bir türlü insanıdır. Güzelim şehrimde ne barlar sokağı ne anlayıştan gözleri parlayan tonton insanlar var. Bura bozkırın ortası Kızılırmak kenarı, Devrez Çayıda akar boylu boyunca. Anlayacağınız bura İzmir'den, İstanbul'dan hatta Antalya'dan oldukça fazla deniz kenarıdır. Tam da bilinmez Karadeniz mi içanadolu mu, vardır ya hani aramızda memleket esprisi Bermuda Şeytan üçgeni ÇANKIRI-ÇORUM-YOZGAT!

Bir Çankırılı olarak kötü anlatmaya başladığım memleketim 1999'dan beri beni kendine bağlamayı hakkını vererek başarmıştır. İzmir'de yaşadığımız sekiz yılın çoğunda -belki de ayıplanmamak için söyleyemediğim her yıl- Çankırı'ya koşar gelirdim şu üç aylık deniz, kum, güneşli yaz tatillerinde. Yılın büyük bir kısmında bu üçlü  yanıbaşında olunca insan ailesini; teyzeli anneanneli kaşları çatık yüreği pamuk dedeli ailesini özlüyor. Bu özlemle on sekiz yaşıma ayak bastım.
Şehrim düşünüldüğünde medeniyetin göbeği olmuş; 2016 yılında bunu tüm güzelliği ile sergilediler. 116 parçalı toplama eserle 1972 yılında kurulan Çankırı Müzesi, 2016 yılının temmuz ayında restorasyonu biten (eski) Adalet Sarayına taşındı. Müze dijital ekranlar ile sunuyor tüm buluntuları eee bu da sınırlı sayıdaki ziyaretçisinin ilgisini çekiyor.

 Çankırım paleolitik dönemlerden günümüze kadar ufalana büyüye gelmiş 186.000lik nüfusa ulaşmıştır. Hitit devletinin dört bir yanını sardığı Çankırı, Büyük İskender'in Anadolu'yu fethetmesi ile Perslerin elinden kurtulmuş 1071 Malazgirt Zaferi'nden kısa bir süre sonra Süleyman Şah'ın emirlerinden biri olan Karatekin Bey'in önderliği ile Türk topraklarına katılmış ve memleketim olmuştur. Taa o yıllardan unutulmamış yüz ölçümü yüreğinden küçük bu şehir.

Demem o ki havasına, suyuna, müzesine bin can feda bir tek Çankırılı dostuma. Ezile yana içim BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM.


13 Haziran 2018 Çarşamba

Biz nasıl büyüdük aniden?


Habersizce her şeyden ayan bir gün daha...
Herkes için doğacağına emin olduğumuz güneş yer yer göstermemiş yüzünü. Gene habersiziz.

Galata semalarında salınırken akşamüstü; ılık ve aydınlık hava eşlik ediyordu. Sanki esintinin uğultusunda saklı bir feryat hatta bir ağıt duyuramıyordu kendini. 
Telefon, 
ardından ölüm,
donduk.
Gün bitti.
Galata semaları geri döndürdü yolumuzdan, akşamüstü hiç olmadığı kadar zifir, ılık değil esinti öfkesini bizden çıkarır gibi. Anlayamıyoruz, bu denli yabancı olduğumuz bir kelime neler yapıyor bize. 
     Böyle haberler verilmezdi çocuklara, ölüm aramazdı onları. Biz yalnızca üç ekmek bir de süt almak için açardık telefonları. Yanılmıştık, büyüdük.
Biz nasıl mı büyüdük?
Ölümü bir evde otururken gördük önce sonra buzdan beter soğuk sesler duyduk telefonlarda, akamadı hiçbir gözyaşı kor oldu yüreğin ateşiyle belki seline karıştı. Boğazımızda o yumruyu hissettiğimiz ilk anda biz büyüdük; eve üç ekmek bir de acı haber götürdük o gün.

Çocuk babasının yaşında şimdi, bizlerse birer soluk etrafında. Çocuk kalamazmış hiçbir beden, ufak da olsa yüreğimiz acıdan, belki öfkeden ama belli ki çaresizlikten sığamazmış göğüsümüze.
Şimdi çalan telefonlardan korkmak yerine mutlulukla karartıyoruz günleri, kırmıyoruz hiçbir kalbi ve koparmıyoruz dalında güzel hiçbir çiçeği.
                                                                      
                           "Ölüm! Kaçınılmaz sonuç, o soğuk kelime."

8 Haziran 2018 Cuma

Kalemi elime nasıl aldım?


Her şey 2008 yılında geniş ailemin tek çocuğu oluşumun bitmesi ile başladı. Teyzemin; işin aslı annelerimden birinin başka bir çocuğu olacağını öğrendim. O günler için başka diyordum çünkü bu hayat, yakinen şahit olduğum benim hayatım bana birçok anne sevgisi tattırdı. Bambaşkaydı her biri.

Paylaşmak bana en uzak eylem oldu, sevemedim bir türlü. Anlatamadım istemeyişimi, korkularımı,  üzerimdeki kolaçan edici gölgelerin başka bedene yayılışını kabul edemedim. Yıllarca boşuna öğrenmemişim kalemin, kağıdın, saman sayfaların değerini.
En masum satırlarla başladım, iyi kötü değildi satırlarım yalnızca dökülüyordu kalemimden.

Bembeyaz sayfalar göz kırptıkça cazibesi arttı suskunluğun, dilimle değil kalemimle konuşmanın. Ne sakladım sayfalarımı ne de önlerine sundum.
Şimdi buradayım, bir ayna misali başımdan geçen her olayın, karşıma geçen her insanın istendiği gibi yansımasıyım benliğime.

Bu elma yanaklı kız kim mi?
Hani şu teyzemi paylaşamadığım annelerime ilk ortak yazılarıma ilk sebep olan dünya tatlısı kuzenim Ecrin. Şu an onu sevmek kelimesine sığdırmaya utandığım zamanlara geldik. Uzaktan kimi zaman telefonların ucundan birlikte büyüdük. Büyüdükçe yeni ortaklar geldi hayatımıza.
İyi ki geldin al yanağım, iyi ki yazdırdın o alıngan satırları.